Türk Siyasetine Yön Veren Yapısal Dinamikleri 17 Mayıs 2017, 14:09
Uluslararası Öğrenciler Akademisi 2. oturumunda konuşan Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Fatih Ertugay, “Türk Siyasetinin Yapısal Dinamikleri” başlığı ile Türk siyasetinin öne çıkan yönlerini ele aldı.
Uluslararası Öğrenciler Akademisi 2. oturumunda konuşan Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Fatih Ertugay, “Türk Siyasetinin Yapısal Dinamikleri” başlığı ile Türk siyasetinin öne çıkan yönlerini ele aldı. Türkiye’de siyaset icra edilirken hangi özelliklerin, hangi davranışların ön plana çıktığını ele aldı. Ertugay konuşmasında şunları kaydetti:
“Her toplumun bir kültürü ve yapısı olduğu gibi, siyasette de her toplumun özellikleri vardır. Siyasal kültür dediğimiz şey, bireylerin siyasal kurumlara, kavramlara karşı takındığı tavırdır. Bunların tümüne siyasal kültür diyoruz. Bu da ülkeden ülkeye, coğrafyadan coğrafyaya değişir. Bugün bunları ele alırken eleştirel bir yaklaşım geliştirmeye çalışacağız, çuvaldızı kendimize batırmaya çalışacağız. Her milleti birbirinden ayıran özelliklerin hepsine birden siyasal kültür diyoruz. Ben bugün Türkleri diğer milletlerden ayıran özellikleri, siyaset yaparken hangi duygularla hareket ettiğimizi ele alacağım. Özellikle de eleştirel bir yaklaşım ortaya koymaya çalışacağım. Türk siyasal kültürüne yön veren sekiz ayrı başlık görüyoruz. Bunun birincisi devlet önceliklidir, devlet kutsallaştırılır, devlet bütün düşüncelerin merkezindedir. Öyle ki bütün hedefler buna göre belirlenir. Bu deyimlerimize bile girmiştir. Devlet gözleri karartır. Ya devlet başa ya kuzgun leşe. Bu tür deyimlerle ifade edilen şey, siyasi iktidarı elde etmeye çalışacağız ya da yok olacağız. Niçin devlet bu kadar başat gözükür. Çünkü devlet zenginliğin, statünün, popülerliğin, kudretin ve aynı zamanda itibarın kaynağıdır. Ama devlet bunları sağladığı gibi bunları sizin elinizden alabilir. Devlet itibar kaynağı olduğu gibi zilletin kaynağı da olabilir. Türk siyasi tarihi bunun örnekleri ile doludur. Devlet bir şeyleri verirken bir şeyleri alan bir güçtür. Devlet hem verme ve alma gücüne sahipse, bunu elde etme büyük bir mücadeleye ve büyük bir kavgaya dönüşüyor. Öüm kalım mücadelesi haline dönüşüyor. Böyle olunca, gelişmiş demokrasilerden başka bir şeye dönüşüyor. Türkiye’de siyasete yön veren unsurlardan ikincisi, güç değer ilişkisidir. Değerler ve ahlak siyasal aktörlere yön göstermiyor. Değerler yerine güç ilişkileri ortaya çıkıyor. Türk siyasal kültüründe güce boyun eğmek eğilimi var. Rüzgar ne taraftan eserse o tarafa yönelmek eğilimi ortaya çıkıyor. Güç ve güçlüden yana tavır takınmak günlük ilişkilerimize de yansıyor. Böyle olunca da bizi doğal olarak itaat kültürüne götürüyor. Her şeyi paylaştıran bir güç var ve biz de o güce boyun eğiyoruz bu da doğan insanlarda güce ve gücü elinde bulunduranlara itaati getiriyor. Bu da gücü elinde bulunduranların, güçlü olanların demokratik bir şekilde, istişareyi esas alacak şekilde değil, itaati esas alan, baskıcı, zorba bir şekilde bir kültürün oluşmasına sebep oluyor. Biz güce meyilli olduğumuz için güce değer verdiğimiz için o insanlar da küçük birer Hitler doğasına sahip olmaya başlıyor. Örneğin bir Dekan kendisi karşısında eleştirel bir tutum takınan bir akademisyene hayatı zindan ediyor. Rektörse öğretim üyesini sürüyor. Bunu bir de ülke ölçeğinde düşündüğümüzde, böyle bir güç siyasal iktidarın elinde toplanınca bu güce itaat etme oranı yükseliyor. Bir diğer unsur ise ya hep ya hiç unsurudur. Bu siyasal unsur, Türklerin İslamiyeti kabul etmesinden önceki kültürden gelen bir şeydir. Kazanan her şeyi alıyor kaybeden her şeyini kaybediyor. Bu tarihsel uygulama günümüzde de siyaset yapma biçimimizi şekillendiriyor. Kazananın her şeyi aldığı kaybedenin her şeyi kaybettiği bir ortamda, kazanmak için her şeyi yapabilen bir siyaset biçimi ortaya çıkarmaktadır. Her şeyi kazanmak ve hiçbir şeyi kazanamamak şeklinde olunca can alıcı ve incitici olabiliyor. Örneğin İngiltere’yi ele alacak olursak orada böyle bir siyaset anlayışı yok. Daha çok eşitlikçi bir şekilde icra ediliyor, yıpratıcı bir şekilde yapılmıyor. Muhalefet yıkıcı bir şekilde eleştirilmiyor çünkü bir gün iktidara geldiğinde böyle bir şekilde eleştirilmek istenmiyor. Bir başka unsur ise köylü kurnazlığı veya şark kurnazlığıdır. Siyasette, siyaset yapanlar bir köylü kurnazlığı yapıyorlar ve siyaseti içinden çıkılamaz hale getiriyor. Yani gitmek istediğiniz yol kapalıysa siz etrafından dolaşıp bir şekilde kendinize gidecek yol buluyorsunuz. Doğruluğu, eğriliği hiç önemsemeden bütün yolları denemek, çabalamaktır. Hatta yanlış ve ahlaksız, iki yüzlülük yapabilmektir. Bunun en çarpıcı örneği Süleyman Demirel, verdiğim söz benim işime yaradığı müddetçe anlamlıdır, işime yaramadığı zaman bir anlam ifade etmiyor. Bunun en güzel örneği de, dün dündür bugün bugündür anlayışıdır. Bu şekilde bir siyaset anlayışı varsa her ne olursa olsun sonuç alma gayretine götürüyor. En az çabayla maksimum çıkar elde etme gayreti siyasette de vardır. En az maliyet, en az çaba ile iktidar olalım, bakan olalım gayreti var. Ancak kaliteli bir şey ortaya çıkarmak istiyorsanız çalışmadan bir şey elde etmek mümkün değildir. Siyasette de bunun yolu gücü elinde bulunduranlara yanaşmaktır. Hükümet başkanı, bakan, belediye başkanı kimse ona yaklaşmaktır. Siyasette su kanalının başında oturan kişilere yakın olursanız, o zenginlikten, statüden yararlanabilirsiniz, köylü kurnazlığı bununla birleşince, bu su kanalının başında oturan kişiye yalakalık yapma durumuna düşerler. Bu durum siyaseti içinden çıkılamaz hale getirir. Bundan başka bir diğer özellik, diğerini tamamlayan, birbirini tamamlayan özelliktir. Bu da adam kayırmacılıktır. Buna hemşehricilik de denir. Gücü ele geçirenler, o gücün dağıttığı faydadan, zenginlikten ilk önce kendi etrafındakileri faydalandırıyorlar. Bu akrabalık, hemşehrilik, aynı cemaate mensubiyet, aynı düşünceyi paylaşanlar olabilir bu tür kendi etrafındakileri faydalandırmaya çalışıyor. Gücü ilk önce bunlara dağıtmak istiyorlar. Bunun altında yatan dürtü de kendini güvene alma dürtüsüdür. Olayı elde tutmak en önemli amaçtır. Siz gücü korumayı sağlamaya çalışıyorsunuz. Bunun yolu da etrafınıza size en çok sadakat gösterecek kişileri koymaya çalışmaktır. Liyakat değil sadakat aranır. Dolayısıyla en hızlı yükselenler en fazla sadakat gösterenlerdir. Bu şu demek değildir, sadakat arayışı içinde liyakat aranmaz demek değildir. Fakat a kişisi b kişisinden daha sadakatli, b kişisi daha liyakatli burada tercih edilen daha sadık olan a kişisi olacaktır. Bir diğer özellik, Türk siyasi hayatının kültür özelliği, kategorize eden ve mutlak dışlayıcı söylemdir. Bizler ve düşmanlar bizim siyasi hayatımızda kendini gösteriyor. Türkiye siyasetinde güçlü ve ağır ithamlar vardır. Ortada bir dost ve düşman ayrımı vardır. Dostlar mutlak iyi, düşmanlar mutlak kötüdür. Hain, satılmış, ihanet, Amerikan uşağı, Moskof uşağı, İsrail uşağı, İrancı gibi ifadeler kendisi gibi olmayanlar aşağılamak için nitelemelerdir. Bunlardan biraz daha hafifi var, bunlar da, ülkeyi batırdı, ülkeyi yönetemez, ülkenin kaynaklarını sattı, muhtarlık bile yapamaz, iki koyun versen güdemez, ayaklar baş oldu, bidon kafalı gibi bunlar birbirimize çamur atmak için kullanılan kategorize edici söylemlerdir. Bu şekilde çatışmacı bir kültüre sahip olmamız sorunları konuşup çözemez hale getiriyor. Bir masanın etrafında oturup müzakere kültürünün olmayışı, dost ve düşman şeklinde bir siyaset anlayışına sahip olmamız, sorunları toplumsal mutabakatla çözemez hale getiriyor. Bu da bize siyasetin bir kavga ve çatışma şeklinde anlaşılmasına ve sonucuna götürüyor. Kavgada yumruk sayılmaz mantığı ile rakibini bir daha yerden kaldırmamak için her fırsatta vurulmaya çalışılıyor. Siyaset sokak kavgası gibi icra ediliyor. Kimin nereye vurduğuna bakılmıyor. Bu yüzden kaset, internet, dinlemeler biz de bol bol yapılan şeylerdir. Muhalif bir liderle ilgili bir kasete ses çıkarmıyorsanız sizin hakkınızda da bir kaset çıktığında itiraz etme zeminini ahlaki olarak kaybedersiniz. Bunun sebebi siyaset bir kavga zemini olarak görüldüğü için. Bu durum yani bu tarz bir siyaset anlayışı bizi güvensizliğe götürüyor. Siyasetteki güvensizlik de toplumsal güvensizliğe götürüyor. Güvensizliğin en basit ilişkilerde bile bizi kuşattığını gösteriyor. Şayet bu güvensizlik bu kadar basit ilişkilere sirayet etmişse, nasıl birlikte yaşamak mümkün olacaktır. Bu durumun ne gibi handikaplara, hastalıklı durumlara yol açtığı konusunda bir farkındalık yaratmak gerekiyor. Bu anlamda Fukiyama’nın, Güven adlı kitabı gerçekten çok önemlidir. Bu kitabında Fukiyama, güven noktasında çeşitli ülkelerdeki güven algısını inceliyor. Birbirlerine ve toplumsal kurumlarına güvenen ülkelerde toplumsal refah birlikte geliyor. Siyaset yapma biçimlerini, siyaset pratikler noktasında düşünüp daha sağlıklı adımlar atmak gerekiyor.”
DIĞER HABERLER
-
“TARİH YAŞANAN ZAMANIN VE HALİN BİR AYNASIDIR”
28 Ağustos 2023, 14:14 -
İKİ ESER VE İKİ AYRI MEDENİYET TASAVVURU
17 Mayıs 2017, 14:13 -
DOĞUDA VE BATIDA DEVLET VE SİYASET FELSEFESİ
17 Mayıs 2017, 14:11 -
“ERDEMLİ TOPLUM BİLGİ VE HİKMET TOPLUMUDUR”
17 Mayıs 2017, 14:10 -
Türk Siyasetine Yön Veren Yapısal Dinamikleri
17 Mayıs 2017, 14:09 -
İslam Medeniyeti Bir Hareket Ve Transit Medeniyettir
17 Mayıs 2017, 14:04 -
Farklı Milletler Osmanlı Bayrağı Altında Yüzlerce Yıl Kardeşçe Yaşadı
17 Mayıs 2017, 14:03 -
Düşünce Bir Kişinin Değiş Bütün Bir Medeniyetindir
17 Mayıs 2017, 14:01 -
Güzelliklerle Uğraşanların Üzerine Güzellik Siner
17 Mayıs 2017, 13:59 -
Pozitivist Zihinden Kurtuluş Olmadan Özgürleşme Olmaz
17 Mayıs 2017, 13:57