İKİ ESER VE İKİ AYRI MEDENİYET TASAVVURU 17 Mayıs 2017, 14:13
Uluslararası Öğrenciler Akademisi 2. oturumunda konuşan Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halis Çetin “Doğu ve Batıda insan” konusunda bilgiler verdi.
Uluslararası Öğrenciler Akademisi 2. oturumunda konuşan Cumhuriyet Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halis Çetin “Doğu ve Batıda insan” konusunda bilgiler verdi. Çetin konuşmasında, doğu ve batıda medeniyet algısı, insana, topluma ve otoriteye bakış açısı ve bu bakış açısının iki örnek üzerinden karşılaştırmasını yaptı. Birincisi Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe’su batı medeniyetinin örnek protatipi ve diğeri de İbn Tufeyl’in Hay bin Yekzan eseri üzerinde analizler ve karşılaştırmalar yaptı. Prof. Dr. Halis Çetin şunları kaydetti:
“İbni Haldun der ki medeniyetleri medeniyet yapan üç temel unsur vardır. Birincisi, medeniyetlerin zaman tasavvuru, ikincisi mekan tasavvuru, üçüncüsü ise eşya tasavvurudur. Dikkat ederseniz her üç unsur da bir ilişkiye dayanıyor. Bir medeniyeti medeniyet yapan şey insanların ötekisi ile eşya ile, zamanla olan ilişkisidir. Bir başka insanla, mekanla ilişkileridir. Mekan tasavvuru üzerine yapmış oldukları eserlerle ilişkilidir. Bu yüzden ben, Medeniyet tasavvurunu bu iki unsur içinde karşılaştıracağım. Karşılaştırmak için ise ilk kez Birinci Dünya Savaşında Arşil Kokreyn’in kullandığı Tanrı Kompleksi kavramını kullanacağım. Yani insanların kendilerini başka insanlar üzerinde tahakküm edici, hakimiyet için, tekebbür içinde başka insanların kaderine yön verici bir gücü kendilerinde anlamalarının doğurduğu sonuçlar. Tanrı kompleksi tam da budur. Bir insanın kişisel olarak kendisini, bilgi , ırk, dil, din, mezhep, renk olarak başkalarından üstün zannetmesidir. Yani doğu ve batı medeniyetlerinin, farklı medeniyetlerin, birbirini ötekileştirip diğerinden üstün görmesi bu da kollektif Tanrı Kompleksi hastalığıdır. Son analiz edeceğimiz Tanrı Kompleksi kavramı ise Evrensel Tanrı Kompleksidir. Yani kendisini evrensel bir güç zannederek, başka milletlerin neye göre nasıl yaşayacaklarını, başka milletlerin neye göre nasıl mutlu olacaklarını, başka milletlere onlar istemediği halde özgürlük ve demokrasi götürmeye çalışan uluslararası sistemi bu iki örnek üzerinden analiz etmeye çalışacağım.”
“İSLAM MEDENİYETİ BİR DENGE MEDENİYETİDİR”
Prof. Dr. Halis Çetin konuşmasının bundan sonraki bölümünde İbn Tufeyl’in “Hay bin Yekzan” eserinden yola çıkarak, ıssız bir adaya düşen bir müslümanın başından geçen olayları ele aldı. Bu kişinin bir müslüman olarak bu ıssız adada yaptığı şeyleri zaman, mekan ve eşya ile olan münasebetlerini değerlendirdi. Ayrıca daha sonra da Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe eserinde ele aldığı insan anlayışını karşılaştırarak İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyetinin insan, alem ve eşya tasavvurlarının farklılığına değindi. Prof. Çetin konuşmasında şunları ifade etti:
“Issız adaya da yaşamaya başlayan bir müslümanın başından geçenlerle ilgili bu eserde önemli noktalara atıflar vardır. Adada bulunan diğer canlılarla, doğayla olan ilişkilerini geliştirirken, aklını geliştirmiş, aklını geliştirdikçe de, Tanrıyı, doğayı, Tanrı ile doğa arasındaki ilişkileri analiz etmiş bir kişi ve en temel özelliği evrendeki herşeye Tanrı merkezli bakıp, Tanrının nasıl bir doğa yasası geliştirdiğini gözlemleyip, insanın yeryüzündeki görevinin bu doğal düzeni bozmaksızın kendisine belirlenmiş görevini yerine getirmek olduğunu belirlemiştir. Bu yüzden de aklın kontrol edilmesi ve bunun için de kalbin devreye girmesi ve akıl, kalp arasındaki mücadeleye de ruhun müdahale etmesi gerektiğini Hay bin Yekzan bize anlatır. Eserde zamanla çevresindeki başka adalardan insanlar gelir ve bu insanlarla ilişkilerinde de doğaya ve topluma olan bakış açısı değişir ve bu değişiklik içinde hayatı yeniden bir kaşif olarak kontrol etmeye çalışır. Ona göre insanlar arasındaki temel fark, ta Habil ve Kabille başlayan insanlık mücadelesidir. İnsanların başkalarının kaderi üzerindeki egemenliğine karşı bir tarafta Kabil’in temsil ettiği evrensel, ötekileştirici, ötekine tahakküm edici bir doğaya sahip bir Kabil medeniyeti diğer tarafta da Tanrının kendisine bahşettiği ve öteki herkesi kendisi gibi insan görerek hiçbir ayrım yapmaksızın Tanrının eşit olarak yarattığını ve herkesi eşit ve özgür görmesi ile ilgili Hay’ın fikirler geliştirir. Bu yüzden bu üç konudaki denge, akıl, kalp ve ruh içindeki dengesi doğu ve İslam medeniyetindeki temel tasavvurdur. Bu yüzden İslam medeniyeti bir denge medeniyetidir. Ne aklı mutlaklaştırıp, kutsallaştıran ona her şeyin üzerinde bir tanrısal güç atfeder. Ne de sadece nefsi yüceltir, nefsin arzularını mutlak ve asli değeri olmasını reddeder. Veya sadece ruhsal bir yükselişi İslam tamamen soyutlamıştır. Tek başına ruhsal yükselmeyi, hayatın gerçeklerinden soyutlayarak ruhsal alemde tek başına kendisini yüceltmesini Hay bin Yekzan örneğinde reddedildiğini görüyoruz. Bu yüzden Hay örneğimiz bize temel olarak, bu üç güdünün yani akıl, nefis ve ruhun denge içinde olması gerektiğini bize sürekli olarak anlatır. Ancak böyle bir kişilik Tanrının iradesine uygun olandır. Aksi olan her şey Tanrı Kompleksidir. Yani insanın bizzat insan olmaktan çıkıp Tanrı olmaya soyunması, kendi aklını başkalarından üstün görmesi, kendi nefsini ve ruhunu diğerlerinden üstün görme hastalığına sebep olur. Bu yüzden İslam’ın temel esası bu üç temel fonksiyon arasında dengeyi sağlamaktır. Bunların çok ciddi anlamda bir denge içinde olması gerekir. Denge kelimesinin eş karşılığı Tanrının da ismi olan Rab kavramıdır. Terbiye etmek. Tanrı bize kendisinde bulunan tüm özellikleri bahşetti. Ancak bu özellikleri başka insanlar üzerinde tahakküm etmek için değil, başka insanlarla eşit ve kardeşçe yaşayabileceğimiz üzerine kurgulanmıştır. Bu yüzden Hay örneğini bu denge ve uyum içinde görmek gerekir. Bu yüzden Hay ıssız adasında hiçbir şeyin kaderine hükmetmek istemez. Hiçbir canlıya müdahale etmemeye çalışır. Hiçbir canlıya hükmetme ve sadece onun hayatını kontrol etme arzusu ile kontrol etmez. Adaya gelen insanlara kendisine ait olan bütün mülklerden, hizmetlerden pay verir. Örneğin adasına gelen Absal ve Salaman’da dahil olmak üzere onları kendisine eşit görür. Hatta o eşitlik içinde fedakarlık bulunmak gerekiyorsa bunu da yapar. Daha sonra Absal ve Salaman’ın adasına gittiğinde de toplumla ilgili ilişkilerin nasıl olduğunu öğrenmeye çalışır. Orada büyük bir kabus, büyük bir şüpheyle çıkar. İnsanların tek başlarına ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, bir araya geldikleri zaman nasıl büyük bir bozulma içinde, her bir insanın başkasına hükmetme arzusu içinde olduğunu görür ve toplumdan kaçar. Toplumun insanların iki şeyini ellerinden aldığını görür. Akıllarını ve ahlaklarını ellerinden aldığını görür. Toplum insanları kendi aklına ve ahlakına göre kontrol etmekte, kendi akıl ve ahlakına göre hareket etmeyen herkesi, ayıp, günah, lanet, kötü, kutsal diyerek bazı insanların diğer insanlar üzerinde üstün bir konuma getirildiğini görür. İnsanların kendilerine göre bir medeniyet kurarken ihtiyaçlar üzerinden değil, iktidarları üzerinden inşa ettiğini görür. Toplumlarda insanlar arasındaki ve mülkle olan ilişkilerini asla ihtiyaç üzerinden değil, tamamen her şey iktidara yöneliktir. İnsanların kullandığı ihtiyaçlar, başkalarından üstün olmak arzusudur. Başkalarından daha üstün görünme, başkalarından daha üstünmüş gibi etki etmek için kullanıldığını görür. İnsanların eşya ile olan ilişkilerini gözlemleyince, İncil’de geçen ayeti hatırlatır. Yeryüzünde iki kitap vardır. Birisi Tanrı Rab, diğeri de Tanrı para. İnsanlar toplum içinde tamamen Tanrının yerini inkar etmiş ve Tanrı paraya tapınmaktadır. Bu yüzden İslam medeniyetinin ilk yok etmeye çalıştığı şey, insanlar arasındaki paraya dayalı bir güç ilişkisinin ortaya çıkmasıdır. Hay bin Yekzan insanlar arasındaki üstünlük ilişkisinin, Tanrı’nın Tevratta, İncil’de ve Kur’an’da da ortak bir gelenek olarak söylediği gibi bilgiye, paraya, mal, mülk, servet ve ırk gibi arızi şeylerden kaynaklanan üstünlük iddialarını reddederek toplumdan ayrılır. İnsanların kendi bedenlerini kutsayarak taptıklarını, kendi bedenlerini kutsayarak yeni bir din olarak kutsadıklarını görür. Bundan 900 yıl önce benim de yeni bir din olarak ifade ettiğim şeyi İbn Tufeyl söylüyor, Badizm dini. Yani insanların bedenlerine tapındıklarını çağı ta 900 yıl önce söylüyor. İnsanlar daha uzun yaşamak için bedenlerine tapınıyor. İnsanlar ölümsüz olmak, daha nicelikli yaşamak için yeni bir dünya yarattılar. Kendi bedenlerine tapmaya o bedenleri belirli ölçüler içinde tapınmaya ve bu dinin etkisinde kalmaya başladılar. Kendi bedenlerimizi bile başka insanlar üzerinde üstünlük değeri olarak gördüğümüzü ifade edelim. İvan İllich’in dediği gibi her şerde havralar, kiliseler, camiler yıkılıyor ve yeni dini mabetler inşa ediliyor. İnsanların kendine, bedene tapınma yerleri olan güzellik salonları, badi salonları yerini alıyor. Bunları Hay b. Yekzan aynı şekilde kendi bedenlerini ve kendi ruhlarını nasıl yok ettiklerini anlatır. Gerçeği değiştirdiklerini, insanların gerçeği farklılaştırdıklarını anlatır. İncil ve Kur’an’da da ifade edildiği gibi gerçeğin insanları özgür kılacağını bunun içinde gerçeğin değiştirildiğini bunun için de iki şeyin yapıldığını söyler. Birincisi gerçek değiştirilerek insanların özgürlükleri ellerinden alınır. İkincisi ise bizzat insanların kendisinin özgürlüğe düşman edilmesidir. İnsanların kendi iradesini kaybetmiş olmasıdır. İbn Tufeyl 900 yıl önceden insanların bu anlayışlarının nasıl toplumsal siyasal yapılar tarafından ortadan kaldırıldığını bize ifade eder. İnsanlar birey olarak mükemmel değer ifade ederken, toplumsal olarak bir araya geldiklerini üç tip ilişki çeşidi ortaya çıktığını belirtir. İnsanların tek başına olduklarında asla söylemedikleri şeyin, daha, en, tek. İbn Tufeyl, Hay bin Yekzan eserinde belirttiği gibi insanların bu üç kelimeyi tek başlarına asla söylemediklerini ancak toplum içinde bu üç şey üzerinden insanlık yok edilmektedir der. Daha, yani kıyaslar başkasından daha zeki görme. Falandan filandan daha zenginim, daha zekiyim, daha güçlüyüm ve kıyaslamalar başlar ve bu kıyaslamalar Tanrının lanetlediği şeylerdir. Daha ile bitmez. Başka insanlara daha başarılı, daha üstün olduğumuzu kabul ettirdikten sonra en üstün, en iyi, olmak çabası gelir. En üstün olduktan sonra da bu bitmez ve tek olma gelir. İnsanlar tek üstün, tek hakim olmak isterler. İşte toplumun, siyasal sistemin insanları bozduğu bu üç süreci Hay b. Yekzan’da okuruz. Burada hiçbir kesimin kendisini diğerinden daha, en ve tek olarak görme hakkı olmadığını anlatır. O yüzden İbn Tufeyle göre hiç kimse ben, benim buna benzer kavramları kullanmak. Bunu kullanmak demek diğer insanlar arasında kendisini Tanrı ilan etmesinden başka bir şey olmadığını ifade eder. Bu yüzden Doğu medeniyeti veya İslam medeniyeti bedene saygı duyar ama kutsanacak bir şey olmasına asla müsaade etmez. İslam ötekisi olan ilişkide eşitliği ve adaleti esas alır. Hiç bir insanın diğerine üstünlük kurmasına yönelik bir anlayış yoktur.”
“BATI İNSANI HER ŞEYE ÇIKAR VE FAYDA GÖZÜYLE BAKAR”
Prof. Dr. Halis Çetin konuşmasının bundan sonraki bölümünde Hay bin Yekzan hikayesinin tam tersi olan bir eseri batı medeniyetinin örnek prototipi, batılıların en önemli mitolojisi, batılıları en iyi tanımlayan Daniel Defoe’nin Robinson Cruso adlı eserini ele aldı. Bu eserinde bir ıssız adada geçtiğini fakat bu sefer bu adada yaşayan kişinin bir müslüman değil bir hristiyan olan Robinson’un başından geçenlerin yine bir medeniyet tasavvuru çerçevesi içinde değerlendirmesini yaptı. Prof. Çetin konuşmasında şunları kaydetti:
“Bir hristiyanın, doğa ile, başka insanlarla, doğayla ilişkilerini biz bu eserde yani bir medeniyetin bütün tasavvur örneklerini bize Robinson Cruso’da anlatır. Robinson Cruso o güne kadar batıda meydana gelen büyük değişimlerin hepsini kendisinde içselleştirmiştir. Birincisi büyük Reform devrimi yapılmış yani din tamamen siyasetin, ekonominin, politik hayatın bir aracı haline getirilmiş. Reform hareketi ile insanlar ile Tanrı arasındaki bütün bağlar koparılmış, insanlar sadece yeryüzünün egemenleri olan devletlerin birer vatandaşı olmaya mahkum edilmiş. Yani seküler ve dünyevi bir düzen inşa edilmiş o da o dönemin bir çocuğudur. Robinson Cruso insanın aklının, insanın bedenini kutsayan, yani Tanrı insan yaratmanın da bir ürünüdür. Aynı zamanda bir burjuvadır. Yani hayata sadece kazanacağı şey olarak veya kaybedecek şey olarak bakan birisidir. Ve her şeyi paraya çevrilebilen bir değer olarak algılayan bir kişiliktir. Bu yüzden Hay bin Yekzan’ın medeniyete dair anladığı her şeyleri neredeyse tersine çevirir. Bu yüzden kendi ifadesi ile doyumsuzdur. Issız adada gördüğü her şeyi tatmak, doğada her şeyi yemek, onların doğasını bozmak, onun için doğal şeyleri bozmak gibi bir endişe yoktur. Sadece doğaya hükmetmek, su kaynaklarını ve diğer kaynakları sadece sömürmek ister. Adada tek başına olduğunda bile yaptığı ilk şey, adanın tapusunu çıkarmaktır. Ve oraya gelen herkese adanın kendisine ait olduğunu söyler. Mülkle ilişkileri böyledir. Oradaki hayvanları kendi egemenliğine alma çabası içindedir. Robinson Cruso için asıl olan şey ihtiyaçları değil, asıl olan şey iktidarıdır. Bu iktidarı için de herşeyi kendi amacına uygun olarak kullanmak meşru bir haldir. Asla hiçbir şeyi sorgulamıyor. Başkalarına nasıl üstün olabileceğine yönelik anlayış sergiliyor. Bu yüzden dönemin en önemli fikri olan homo economicus’tur Robinson Cruso. Bu hayata, her şeye, yüz yüze geldiğimiz her şeye çıkar ve fayda gözüyle bakmaktır. Başka insanlara dair her şeye çıkar ilişkisi ile bakar hatta Tanrı ile olan ilişkisinde böyledir. Tanrı kendisine bir şey bahşederse, ona secde eder, boyun eğer, İncil okur, dualar okur ama Tanrı istemediği şey verdiği zaman ona lanet eder, hatta var mısın yok musun senin varlığından da şüphe ediyorum der. Hatta adasına gelen bir zenciye aşağılayıcı bir gözle bakar. Vahşi hayvanlar gibi bakar. Bunlardan bir farkı olmadığını söyler. Fakat bir şey söyler. Benim lanetlediğim bu dini, Tanrıyı bu insanlara bu siyahlara öğretirsem din onun bana köle olmasına sebep olur. Dini öyle kullanmalıyım ki bu siyahların beyazlara esaretini temsil eden bir araca dönüştürmeliyim. Böylece din, siyahların beyazlara esaretini temsil eden bir araca dönüşür. Bu yüzden dini Robinson Cruso, öteki insanlar, Avrupalı olmayan diğer bütün hayvan topluluklarının Avrupalılara hizmet etmesinin bir aracı olarak kullanır. Sadece dini mi kullandı. Hayır, gücü de kullandı. Cuma’yı kırbaçla tehdit eder, işkence eder. Cuma, Robinson Cruso’ya Tanrım, efendim diye hitap eder. Cuma için Tanrı ve Efendi demek o demektir. Sürekli, Robinson Cruso adasına gelen herkese hükmeder. Adasına gelen yaralı insanları tedavi ettikten sonra zincire vurarak kendi egemenliğini kabul etmeleri şartıyla serbest bırakır. Canını kurtardığı Cuma’nın özgürlüğünü ve aklını alır. Canından çok daha fazla şey alır. Robinson Cruso’nun bütün ilişkileri minnet ilişkisidir. Daha büyük bir şey alamayacağı bir şeyi vermez. Cuma’ya ait bütün değerleri alır. Sık sık şunları söyler. Tanrım sen nasıl birisin. Seni anlamıyorum. Sen bütün güzellikleri, bütün akılları, bütün güçleri toplamışsın biz batılılara, biz Avrupalılara vermişsin. Bu nasıl bir adalet anlayışıdır diye de aslında kendi uydurduğu bir dini anlayışı da Tanrı’ya atfeder. Robinson Cruso’nun bir başka nottosu ise insan insanın kurdudur. Kurtlukta düşeni yemek caizdir. Bu yüzden Robinson Cruso’nun temel felsefesi budur zayıfı yemektir. Kurtluk düzenindeki felsefe, herkes kendi üstündekilerin kulu olacak, kendisinin altındakilerin de tanrısı olacak. Kendisinin üstündekilere kulluk yapanlar, kendilerinin altındakilere tanrılık hakkını elde edebilirler. Bu yüzden Avrupa herkesten üstün olduğu için tek tanrı onlardır. Onların hiç kimseye kulluk etmeye ihtiyaçları da yoktur ve Tanrı da zaten böyle yaratmamıştır. Tüm insanların bu Avrupa’ya bu batı medeniyetinin önünde diz çöküp onların önünde kulluk görevini ve kölelik görevini yapmaları gerekir. Onların gücüne güç, zenginliğine zenginlik, efendiliğine efendilik, sömürüsüne sömürü katmaları gerekir. Daha ahlaksızca olanı şudur, diğer insanların, Avrupa tarafından hayvandan bile aşağılanmış insanların Avrupa’ya şirin gözükmek için birbirlerini yok etmektir. Avrupa’ya şirin gözükmek için yarışmalarıdır. Bunun yolu da kendi halklarını öldürmekten geçiyor. Eğer kendi halklarınıza batılıların baktığı gibi bakmıyorsanız, zaten Robinson Cruso yani batılılar asla kendi medeniyetinde bir yere koymuyor. O yüzden batıya, Avrupaya ne kadar kul köle olursanız, kendi altındakilerinize o şekilde efendi olabileceğinize inandırmadığınız sürece kimseyi kul edinmiyorlar. Bu yüzden Robinson Cruso ile Cuma arasındaki ilişki asla iki insan ilişkisi değil, Tanrı ile kulu ve efendi ile kölesi arasındaki ilişkidir. Zaten Robinson Cruso’da bir köle tüccarıdır. İnsanları köle olarak alıp satan bir insan pazarlamacısıdır. Bu yüzden de Cuma’ya Hay b. Yekzan’ın baktığı gibi kardeş olarak bakması mümkün değildir. Batılıların otorite, başkaları üzerine hakim olma iradesi batılıların ruhuna sinmiş bir değerdir. Onlar için diğer insanlar faydalanılacak bir değerden başka bir şey değildir. Robinson Cruso için bütün meyveler yasak meyvelerdir. İnsanları ölümsüzlüğe götüren, bilgi ile başka insanlar üzerinde tahakküme götüren ve ebedi zenginliğe, ebedi mülkiyete götüren bir değer olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden batı veyaRobinson Cruso, bu yasak meyveyi yeryüzünde yaratmıştır. Yeryüzünün her yerinde Tanrının yasakladığı bu üç meyvenin ürünlerini her yerde görürsünüz. Daha acısı bunları yemek için insanların birbirini öldürdüğünü görürsünüz. Bütün ilişkileri pragmatiktir. Kendisine güç kazandıracak bir değer olarak bakar. Kendisini güce götürecek şeyin çalışma olduğunu görür. Çünkü çalışmak ibadettir diyordu. Bu yüzden ayrıca Tanrıya ibadet etmenin gereği yoktur. Bu proteston anlayışı veya Luther ahlakıdır. Ölümle pençeleşirken bile bir hayvan gibi her gün çalışıyordu. Çünkü çalışmak ibadettir. Başarı, mevki ve makam elde etmek için çalışmayı kutsayan bir ahlaktır. Çalışmayı kutsayan bir burjuvazi olarak ortala çıkar. Sürekli üretmek, ürettiğini tüketmek, sürekli tüketmek. Ürettikçe tüketme arzusuna düşmek ve bunu manevi bir rahatlama olarak görmektir. Bir şeye sahip olduğunuzda manevi bir haz alıyorsanız bilin ki ruhunuza Robinson Cruso kaçmıştır. Bir mülke sahip olmadığınızdan dolayı kendinize kızıyorsanız sizi ele geçirmiş olan ruh Robinson Cruso’nun ruhudur. Bu anlamda bu bir Luther ahlakıdır. Zaten bu ahlaktır toplumları çürüten ve yok eden. Madde ile eşyayla ilişkisinde eşyayı daha üstün bir hale dönüştüren ahlaktır. Veya Hay b. Yekzan’ın toplum için ifade ettiği, Mevlana’nın ve daha sonra İbni Haldun’da, Eric From’da aynı şeyi söylüyor, insanlar kendilerine hizmet etmek için yarattığı her şeyin hizmetçisi olurlar. Bugün batı medeniyeti bize hizmet için yarattığı her şeye bizi kul yaptı, köle yaptı. Robinson Cruso’nun ahlakı bugün batılıların ruhunda gezmiyor ama doğuluların ve müslümanların ruhundu geziyor.”
“ALÇAK OLMAKTAN DAHA ALÇAKÇASI ALÇAK OLMADIĞINI ANLATMA ALÇAKLIĞIDIR”
Prof. Dr. Halis Çetin, Robinson Cruso’nun eserde bahsedilen diğer özelliklerinden bazılarına da değindi. Onun eserde çok iyi bir muhasebeci olarak gösterildiğini ve herşeyin hesabını kitabını en iyi şekilde yaptığını ifade etti. Robinson Cruso için aslolan şeyin Tanrının varlığının da dahil olmak üzere kendisine yani batılılara hizmet olduğunu bu hizmetin de doğulular eliyle gerçekleştiğine inandığını belirtti. Robinson’un iyi bir muhasebeci olmasının en önemli göstergesinin de ıssız adanın tapusunu çıkarması ve kendi üzerine tapulaması olduğunu vurguladı. Batılılar dışındaki toplulukların kendilerine hizmet için varolduklarını ve hayvandan bile aşağı görüldüğünün Robinson Cruso’da anlatıldığını ifade ederek şunları kaydetti:
“Diğer insanlar batılılara hizmet etmek için vardır. Batılılar dışındakiler hayvandan daha aşağıdır. Aşağılamazsanız yönetemezsiniz, aşağılamazsanız hükmedemezsiniz, batılılar bu aşağılama yöntemini bir hükmetme aracı olarak görürler. Diğer herkes, kral olan, Tanrı olan Robinson Cruso’ya karşı cümlelerine şöyle başlamalarını ister. Sen var istemek ben var ölmek bakış açısı içerisinde köleleştirmiştir. Bunu sen kölemsin, zincirlere vuruyorum şeklinde değil, batılıların zihinlere yerleştirme şekilleri farklıdır. İşte müslümanlar İslam coğrafyasının her yerinde birbirlerini öldürüyorlar. Bundan 300 yıl önce Robinson Cruso ile batı bizlere bunu aşıladı. Sen var emretmek ben var ölmek. Bu yüzden vahşi olanları, terbiye etmek onlara güzellikler sunmak, güzel bir medeniyet sunmak da yine Tanrısal ilahi bir misyon olarak batı medeniyetine sunulmuş bir ayrıcalıktır. Bu yüzden kendi sanatını, rönesansla, reformla diğer toplumlara dayatır. Yine Fanon’un sözünü ele alırsak, doğulular, Afrikalılar, Müslümanların yeryüzündeki tek görevi kendisini sürekli aşağılayan batıya aşağılık olmadıklarını ispat etmekle geçti. Bugün batılı olmayan toplumların tek bir amacı vardır. Bütün batılı olmayan toplumların tek bir amacı vardır. Batılıların ifade ettikleri gibi aşağılık, iğrenç, basit olmadığını daha insan olduğunu ispat etme ahlaksızlığıdır. Alçak olmaktan daha alçakçası alçak olmadığını anlatma alçaklığıdır. Bunun en güzel örneğini Türkiye’de yaşıyor. 1915’de yaşanan bir sorundan dolayı, siz Türkler zalimsiniz, siz Türkler aşağılıksınız, siz insan bile değilsiniz bundan yüz yıl önce bir buçuk milyon insanı katlettiniz diyorlar. İşte tam da bu Robinson Cruso’dur. Onlar şunu çok iyi biliyorlar. Önemli olanın sizin bir buçuk milyon insan öldürmediğinizi onlar da biliyor. Bir buçuk milyon insan öldürdünüz diye onları itham ettiğinizde onlar bütün işini gücünü bırakıp ne kadar cici iyi insan olduğunu ispat etme yarışına girecek. Yüz yıl değil elli yıl önce Avrupa’da kaç milyon insan öldürdünüz. Hiroşima’da bir bombayla kaç milyon insan öldürdünüz. Ama hayır, ötekini aşağılama hakkı kiminse dünyayı yönetme hakkı da ona aittir. Bu yüzden Avrupalılar bu insiyatifi elinde tutarlar. Bu yüzden bir ülke biraz palazlandı mı sen yüz yıl önce şunu yaptın bunu yaptın diye sizi aşağılamalarla hep aşağılık olmaya mahkum ederler. O yüzden aşağılık olmak bir erdemdir. Ama aşağılık olmadığınızı ispat etmek daha aşağılık bir şeydir. Batılılarda biliyor bir buçuk milyon ölmüş ölmemiş umurlarında değil önemli olan ötekini aşağılama hak ve yetkisinin her zaman kimin elinde olduğunu her 15 Nisan geldiğinde üstün olan egemen olan kim olduğunu göstermektir. Robinson Cruso’nun 300 yıl önce yaptığı gibi herkese aşağılayarak, herkesin kendisine tabi olmasını isteyerek bunu yapar. Bu yüzden sürekli bir güç devşirmeyi ifade eder. Ona göre, hayatı, zenginliği, mevkiyi, makamı elde edebilecek tek bir güç vardır o da paradır. Para ile dua etmeye başlar. Para kimin egemen olmasına karar veren güçtür. Her şeyin başı paradır. Bu yüzden Tanrıyı reddeder ve yeni Tanrıya selam olsun der. Hayat sürekli mücadele ve güç mücadelesidir. İşte bugün Robinson Cruso biziz. Bu ahlak peşinde koşan biziz. Bu anlamda Robinson Cruso tam bir kişisel gelişim kitabıdır. Tam bir güç ve iktidar tasavvurunu öğretir. Mülke tapınmayı anlatır. Bu yüzden şunu belirtmek gerekir ki, ilk Adem ile son Adem arasında fark yoktur. Son Adem olan bizler de benzeriz. Robinson Cruso ile ilgili olarak söylenecek belki de en önemli şey, iki dünya arasındaki bu dünyayı anlamlandırma farklılığıdır. Doğu ve batı arasındaki dünyaya ve aleme bakış farklılığıdır. Batının kendisini sürekli üstün görme ve diğerlerini aşağılama hissiyatıdır diyebiliriz.”
Prof. Dr. Halis Çetin, konuşmasının sonunda batının bu konudaki düşüncelerinin asla değişmediğini ve doğuyu aynı aşağılık şekilde, çeşitli aşağılayıcı ithamlarla görmeye devam ettiğinin altını çizerek konuşmasını tamamladı.
DIĞER HABERLER
-
“TARİH YAŞANAN ZAMANIN VE HALİN BİR AYNASIDIR”
28 Ağustos 2023, 14:14 -
İKİ ESER VE İKİ AYRI MEDENİYET TASAVVURU
17 Mayıs 2017, 14:13 -
DOĞUDA VE BATIDA DEVLET VE SİYASET FELSEFESİ
17 Mayıs 2017, 14:11 -
“ERDEMLİ TOPLUM BİLGİ VE HİKMET TOPLUMUDUR”
17 Mayıs 2017, 14:10 -
Türk Siyasetine Yön Veren Yapısal Dinamikleri
17 Mayıs 2017, 14:09 -
İslam Medeniyeti Bir Hareket Ve Transit Medeniyettir
17 Mayıs 2017, 14:04 -
Farklı Milletler Osmanlı Bayrağı Altında Yüzlerce Yıl Kardeşçe Yaşadı
17 Mayıs 2017, 14:03 -
Düşünce Bir Kişinin Değiş Bütün Bir Medeniyetindir
17 Mayıs 2017, 14:01 -
Güzelliklerle Uğraşanların Üzerine Güzellik Siner
17 Mayıs 2017, 13:59 -
Pozitivist Zihinden Kurtuluş Olmadan Özgürleşme Olmaz
17 Mayıs 2017, 13:57